Bir Avuç Böğürtlenin Peşinde..

Avucundaki böğürtlenlerden birkaç tanesini ağzına attı ve devam etti:

“Başlangıç zor olmuştu evlat. Vize almak kolay değildi.. Bir sürü belge toplayacak, yığınlarca mekik çekecek, şehir değiştirecek, tek tek basıp bade süzecek, inci dizerken para dağıtacak, sonra 2 ay bekleyecektin sonuç için.”

İrlanda Konsolosluğu’nun internet sitesinde böyle yazıyordu. ” 2 ay mı ama nedeeen?” diye bağırdı çocuk. Biz de bilmiyorduk. Zor bir soruydu bu.  Zaten pasaporta verilen para can yakarken bir de bu vizelerle uğraşmak iyice yoruyordu insanı, insanlığı. Ancak çıkar bir yol da görünmüyordu işte. Kurtarıcımız ise davetiye oldu. Bir görüşme için gidiyorduk, bizi çağıran kişiler de bu istek ve bekleyişlere bir anlam veremeyerek hem güzel bir davette bulunmuş hem de konsolosluğu arayarak süreci hızlandırmaya çalışmıştı. Güzel hareketlerdi tabii bunlar. “Yoksa dur ben bir gidip geleyim demek çok zor olacaktı” diye iç çekti.

“Sonra ne oldu sonra ne oldu?”

“Sabret evladım.. ” diyerek bir de blueberryden attı ağzına. “Pasaporta vurulan vizeye sevineyim mi yoksa bu kadar uğraşın ardından elde edilen tek giriş haklı izne felsefik bir manzume mi düzeyim bilemiyordum. Sonra biletlerimiz geldi ve çıktık yola. Guiness’in, Cranberries’in memleketine, Yeats’in topraklarına, bir şekilde her daim hayallerimin içinde gezen diyara gidiyorduk, evet resmen gidiyorduk. Dublin uçağına binene dek inanmadım aslında. Uçağa bindikten sonra da ya inecektik ya düşecek.. Gidiyor gibiydik yani. Servisle haşır neşir olurken yetişmeyen zaman, yolcuyken bitmiyordu sanki. Ama güzeldi yolcu olmak, yolda olmak.. Hava güzel olduğunda Manş Denizi, Belçika kıyıları, İngiltere’ye geçiş uçaktan net şekilde görülebilirdi ama kara sadece iniş ve kalkışta görünmüştü. Dublin Havalimanı için alçalmaya başladığımızda başımı pencereden ayırmadım, iniyorduk yeşil topraklara.. Dublin şehrini pek göremedim uçaktan. Ziyaretimiz Dublin’i kapsamadığından  iyi olurdu esasen ama neyse yapacak bir şey yok, vakit de yok..”

“Ama diğer yanıyla seviniyordum. Başkent bir şekilde, bir sebeple ziyaret edilebilirdi, diğer ünlü şehirler keza fakat en kuzey eyalete gitmek her zaman denk gelmeyebilirdi. Değişik bir yolculuk oluyordu, olacaktı..”

Donegal, en “irish” bölge olarak anılıyordu. Up Here It’s Different  da deniyordu. Güzeel! Adventure is up there! diyerek devam ettik. Yukarıda havalar nasıldı acaba?

“..derken bir arabada bulduk kendimizi. Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. Evet tam olarak böyle yaptık. Sonra Kuzey İrlanda’nın, İrlanda’yı sıkıştırdığı yerden pörtleyen Donegal‘ e vardık, kenarından sıyrılıp Letterkenny’ye geldik. Bizi Kutup Yıldızı karşıladı. Sakindi etraf. Kalacağımız otelin etekleri böğürtlen doluydu”

“Sen de takmışsın yani böğürtlene..”

“Çok rica ediyorum kabalaşmayalım. Böğürtlen bir yaşam biçimidir benim için. Böğürtlen demek doğa demek, yaban demek. Döpiyes değil, rahat pantolon demek, asfalt değil patika demek, araba değil yürümek demek, ormanın içine dalmak demek, üstünü başını kirletmek demek. Böğürtlen güzeldir..”

Acıkmıştık, kaldığımız yerde yiyecek bir şeyler bakındık. Tavuk, balık, et, sebze.. Farklı bir dünya değildi. Yemeğin yanında kocaman bir tabak haşlanmış karnıbahar, brokoli, fasülye ve havuç eşliğinde patates püresi gelmişti. Tartsan yarım kilo ederdi o püre. İstediğim tavuğun yanında patates ve ortaya da fırında patates. Bir nişasta rüyasındaydım.. 

O kadar patatesi bitirmek kolay değildi tabii. Ancak sofranın diğer yemeği olan mantar beni alnımdan vurdu. Pane harçlı mantar. Mantar orada bir şirin çileği gibi bir şey. Birçok çeşidini bulmak mümkün. Ancak daha önce pane harçlı mantar yememiş, yapmak da aklıma gelmemişti. Neden ama nedeenn!? Çok güzel oluyormuş.. Damak tatlarını pek beğendiğim bu insanların cömert porsiyonları da bizi ziyadesiyle mesûd etmişti.. Sabah kahvaltısında da kroket tarzı patatesimizi yiyerek ayini tamamlamış, nişastayla kutsanmış olduk. Ama bu kadar inek ve koyunun olduğu yerde peynir yoktu. Üçgen peynir bile yoktu, hiç yoktu. (bkz: hiç mi yok) Patates dışında tuzlu bir şey yok desem yeridir. Portakal reçeli, çilek reçeli, kayısı reçeli, böğürtlen reçeli, siyah frenk üzümü reçeli, cranberry reçeli, 3-4 çeşit tereyağ, margarin.. O kadar süt nereye gidiyooor alooo? Hepsiyle de mısır gevreği yenmez ki ama! 

Peki patates dışında neler vardı acaba Letterkenny’de?! diye pencereden bakıp düşünürken yağmur başladı ve yaklaşık 12 saat devam etti. Buranın havası belki de apayrı bir başlığın konusuydu.

Hikâyenin öncesi için (bkz. Zümrüt Ada İrlanda)



0 thoughts on “Bir Avuç Böğürtlenin Peşinde..”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir